5 Şubat 2012 Pazar

“AŞK GİBİYDİ, MUCİZEYDİ VE BENİMDİ”

Karin Karakaşlı'yla Söyleşi: Elif Şahin Hamidi



“Başka Dillerin Şarkısı”, Karin Karakaşlı’nın on iki yıl önce yayımlanan ilk öykü kitabı. Ödül sahibi bu kitap, yazarın gençliğinin yürek sesi, büyüme hikâyesi... Karakaşlı için aşk gibi, mucize gibi bir anlam ifade eden ve buram buram şiir kokan bu öyküler, uzun bir aradan sonra bir kez daha okurun karşısına çıktı. “Başka Dillerin Şarkısı”nda, uzak diyarlardakilerin özlemlerini duyumsuyor, sisin ardındaki İstanbul’u kucaklıyor, sıcacık bir simit alıp vapura koşuyor ve martılarla yola koyuluyoruz. Bireyin iç sıkıntısını, çıkmazlarını, gelgitlerini ta içimizde yaşıyor; kendisiyle yüzleşmesini aynanın gerisinden seyre koyuluyoruz… Yersiz yurtsuz, aidiyetsiz hissediyoruz kendimizi... Karin Karakaşlı’yla yeni baskısının ardından “Başka Dillerin Şarkısı”nı konuştuk…


Elif Şahin Hamidi: Yaşar Nabi Nayır Ödülü’ne layık görülen ve ilk kez 1999 yılında yayımlanan ilk öykü kitabınız, on iki yıl aradan sonra okurla yeniden buluştu. Geriye dönüp baktığınızda bugün nasıl bir anlam ifade ediyor bu kitap sizin için?


Karin Karakaşlı: Yazar için her kitabın yeri elbette ayrı ama bahsi geçen ilk kitapsa, orada gerçek bir büyü olur hep. O sürece dair resimler hâlâ gözümün önünde. Sevgili Enver Ercan’ın Varlık dergisinde genç yetenekleri teşvik eden Yaşar Nabi Nayır Ödülü, bana o dönemde öykülerimi artık bir bütün kitap halinde kendi maceralarına doğru salıverme cesaretini verdi. Onları ilk kez dünyaya saldım, serbest bıraktım. Kapak resmini, rengini elimle seçtim. Onu elime aldığım gün Harbiye’den Elmadağ’a doğru yürürken ayaklarımın altında sanki görünmez yaylar vardı. Her bir adımda yerden yükseliyor, yavaşça yere konuyordum. O duyguyu hiç unutmadım. Aşk gibiydi, mucizeydi ve benimdi. Bu kitabın benim için taşıyacağı önemi, değeri bilen Enver Ercan da bilge ve muzip bir çınar gibi yanımdaydı. “Başka Dillerin Şarkısı”, aslında bir büyüme hikâyesidir. Sorularına edebiyatla yanıt arayan, hayatın sonsuz olasılıklarını edebiyatta sınayan genç bir insanın yürek sesidir. Dile ve kurguya emek verirken, aslında kendime ait olan yazının, ancak başkaları için bir şeyler ifade edebilecek biçime büründüğünde, benden bağımsızlaştığında edebiyata dönüşeceğini ilk kez bu denli açık bir şekilde hissetmiştim. Sonra yazı beni değişik rotalara sürükledi. Farklı uğraşlar ve yeni kitaplar geldikçe “Başka Dillerin Şarkısı”, albümdeki hafif bulanık çocukluk dönemi fotoğraflarına döndü. Bir ilk kitapla on iki yıl sonra karşılaşmak, bağınızın hiç kopmadığı ama yollarınızın ayrı düştüğü bir ilkokul arkadaşınızla buluşmaya benziyor. Kitabımın bu yeni baskısını inanın bir cana kavuşma duygusuyla yaşadım. Bu açıdan da Doğan Kitap’a kocaman bir teşekkür borçluyum.


Elif Şahin Hamidi: Öyküler iki bölüme ayrılmış; 1991-1995 yıllarında yazılanlar “Büyüyünce Ne Olacaksın” başlığını taşırken, 1996-1998 yıllarında yazılanlar “Çok Az Pek Fazla” başlığıyla yer alıyor kitapta. Öykülerin bu iki başlık altında sınıflandırılma nedeni nedir?


Karin Karakaşlı: İlk dönem öykülerim, üniversite yıllarıma denk gelen ve adından da anlaşılacağı üzere, büyüme kavramıyla uğraşan bir dönemin ürünü oldu.


“Bir şey olmak” baskısını en çok üzerimizde hissettiğimiz, kararlara zorlandığımız bu toy zamanda varlığın bundan çok daha geniş anlamlar taşıyabileceğini algılamıştım. Kimi gün derslerden daha fazlasını çay ocağında sohbet ederken ya da toprağa uzanmış, bir ağacın dallarından gökyüzüne bakarken öğrenirdim. Birey olmanın, kendi kalmanın bu kadar sekteye uğratıldığı bu dönemde, aynada gördüğüm genç kadını tanımaya çalışmak çetin bir sınavdı. Elbette insanın kendini bilme çabası bir ömür sürüyor ama galiba ilk gençlik dönemi, bu arayışın, kimi kez kayboluşun başlangıcı olması açısından hayli belirleyici. İlk bölüm öykülerim işte bütün bu dönemin sesleri, sözleri, kokuları ve görüntüleriyle doludur. “Çok Az Pek Fazla” bölümündeki öyküleri yazarken ise Agos gazetesinde çalışmaya başlamıştım. Burası bana işyeri değil okul oldu. Lise ve üniversite döneminde farklı dillere yönelen rotamı biraz da Ermeniceye çevirmemi, kimliğin parçalarını bütünleştirmemi, ülkemi ve dünyayı analitik bakışla iç ve dış göz olarak görmemi sağladı. Agos’tayken hayatın tam ortasında olduğumu hissederdim. Okulların korunaklılığından, kısıtlı çevrelerin sterilliğinden uzak bu damardan varoluş bana çok şey kattı. Bambaşka insanlar ve hayatlar gördüm. Kendimle uğraşmak değil, onlar aracılığıyla kendimi bulmak daha önemli hale geldi. Bütün bu yoğun ve çelişik duygular da o dönüşüm zamanına denk gelen öykülerimde ifadesini buldu.


Elif Şahin Hamidi: Bu öykülerde aslında bir şiir tadı, bir şiir kokusu duyumsuyor insan. Her öykü, bazı şiir dizelerinden alıntılarla başlıyor ve şiir özlü öyküler okuyoruz. Karin Karakaşlı’nın ve bu öykülerin şiirle olan bağından bahseder misiniz?


Karin Karakaşlı: Şiir benim için hep baş tacı oldu. Şairleri de ayrı bir kavim olarak gördüm. Onların kırık birkaç dizede koca dünyaları kurma ve yıkma gücü büyüledi beni. Bir de şiirin, söze ezgi katan, sözü sese yakın kılan, müziğe selam eden yanını çok sevdim. Kimi zaman hani uyuşur ya insan, eli ayağı tutmaz olur, işte beni öyle zamanlarda bile bir tek şiir bırakmaz. Hemen bir şiir kitabını elime alır ve onun had bildiren, hayat kutsayan tılsımlı gücüne teslim olurum. Ortak bir şiirde yakalanan benzer duyarlıklar, çoğu kez bir insanı tanımanın en kestirme yoludur; çünkü şiirin yalanı olmaz. Şiirin çağrıştırdıklarıyla dünyalar kurulur. Göndermeleri, metaforları zaman mekân dinlemez, insana kültürün gerçekten de bitimsiz, anonim ve ortak bir okyanus olduğunu öğretir. Kimi zaman bir şiirin içinde boğulacak gibi oluruz, kimi zaman da ayağımızın altında zemin buluruz onunla. Ben de o ilk yılların ürkekliğini, bana hep yoldaş olmuş şairlerimle dindirmek istedim. Öykülerin başına alıntıladığım dizeler bana kimi zaman ilham, kimi zaman da onay oldu. Şiiri uğur yaptım kendime. Şiir, düzyazıda edebiyat dilimi oluştururken o kıvamlı, ritimli tınıyı aramak adına da bana yol gösterdi. Okuyanlar bir yerden sonra öyküyü yüksek sesle söylemeye başlasınlar, kendi seslerini duysunlar istedim. Çünkü insan en çok da kendi sesinden duyduklarını unutmuyor.


Elif Şahin Hamidi: “Ses’in Ötesi” başlıklı öyküde şu cümleler geçiyor: “Doğduğum yere her dönüşümde bir şeyleri değişmiş buluyorum.


Bazen hiçbir yere ait değilmişim gibi hissediyorum.” Kendini yersiz yurtsuz hissetmek… Bu hissiyat, insana çok şey katar, ayrıca çok şey de götürür ondan sanırım. Bir yazar olarak bu hissiyatın size kattıkları ve sizden götürdükleri üzerine neler söyleyebilirsiniz?


Karin Karakaşlı: Dürüst olmak gerekirse, daha kolay ve aidiyetli bir hayat istediğim zamanlar oldu. Ama insan bir kez ayağının altından zeminin kaydığını hissetmişse, artık o duygunun varlığını inkâr edemiyor. Zaten eğer dünyayı edebiyatın içinden yaşamayı seçmişseniz, düzenle bir zorunuz var demektir. Sistemle uyumlu insan neden yazıyla paralel bir hakikat yaratmanın arayışına girsin? Edebiyat özü itibarıyla muhaliftir, başka bir esas olduğunu hisseder; hayatın yaşanmayan, yaşatılmayan olasılıklarının, üzeri örtülen gerçeklerin, kaybedilen masumiyetin peşine düşer. Dolayısıyla o sürgünlük halini artık bir nimet gibi görüyorum. Gözümüzün önündeki tülleri kaldırıyor, kalabalıklı yalnızlıkların içinden ses vermeyi sağlıyor. İçinde herkesi anlayabilir, insan denen varlığın zaaf ve kudretini kabullenebilir hale geliyorsun. Dahası kendin denen o şaşılası benlikle yüzleşiyorsun yersiz yurtsuzluğunda. Öte yandan zaman ve mekân duygusuna bağımlı olmamak, henüz hiç tanımadığın insanların bir gün canın olabileceğini bilmeni sağlıyor. Enlem ve boylamlarını geniş tutuyorsun böylelikle, kadere hak ettiği payı veriyorsun. Görmediğin öyle yerler var ki, oralarda köklü anıların olacak, bağ kuracaksın, başka şehirleri yuvan bileceksin. Sonra yeniden ve yeniden içinde ve dışında yollara düşeceksin. Cesaretimi kaybeder gibi olduğumda, kendime ruhu hep sürgün olan yazar ve şairleri yoldaş kılıyorum. Birlikte yine yola çıkıyoruz, nereye varacağımızı bilmeden gidiyoruz. Hayata güvenmeyi öğreniyorum.


Elif Şahin Hamidi: İstanbul’da doğdunuz ve bu öykülerde de İstanbul’u görüyor, İstanbul’u yaşıyoruz. Pek çok şaire-yazara, gezgine, maceracıya ilham kaynağı olan bu şehir sizin için ne ifade ediyor ve yazınınıza nasıl etki ediyor?


Karin Karakaşlı: İstanbul hiçbir zaman arka plan olmayı içine sindiremeyen, “karizmatik” sözcüğünün kullanımda olmadığı kadim zamanlardan bu yana o tarif edilmez, taklit edilmez cazibeyi taşıyan bir varlık. İstanbul’u bir şehir değil, başlı başına bir varlık olarak duyumsadım hep. O da işte bu haliyle yazıma sızdı. Bu şehri bildiğinizi asla iddia edemezsiniz. Sizi sürekli şaşırtacaktır. Özellikle son yıllarda enine boyuna genleşiyor sanki İstanbul. Bu kadar çok bilmediğim yeri olması ürpertiyor beni. Gökyüzüne yükselen o korunaklı sitelere, ayrıcalıklı “rezidans”lara tanımaz gözlerle bakıyorum. Sabahın ilk ışıklarından önce şehrin merkezi denen yerlere varmak için kaçıncı aracı değiştiren ömürlük yorgun insanlara bakıyorum. Özellikle erken saatlerde bir de dönüş zamanları yollarda olmayı ve bir olma hissini yaşamayı seviyorum. Hepimiz kendimizce bir mücadele içindeyiz, cam kenarından akıp giden ışıklara bakarken anılarımızda ve düşlerimizde biriz. İstanbul’u en çok vapurdan severim ben. Vapurda olmak bana özgürlük duygusu verir. Çıktığım yol ile varacağım istikamet arasında, gök ile deniz arasında, geçmiş ile gelecek arasında, anılarım ile düşlerim arasında salınırım.


Işıkların yanıltıcı büyüsünü bilirim ama o şehir silueti yine de nefesimi keser her seferinde. Kendime koordinat bellediğim Galata Kulesi’ne bakarım. Şükür, yerinde duruyordur! Vapur yolculuğu bana karaya çıkınca yolumu uzatma, şehrin o taşlı, en eski zamanlı sokaklarında gezme ilhamı verir. Öyle yaparım. Sıcak bir akşamüstü simidi de buldum mu, İstanbul’u kâinatım kılar, nabzını içimde hissederim.


Elif Şahin Hamidi: “Vardığım” başlıklı öyküde “Gittiğim yerlerde suskunluğumun dilini yadsımadım çünkü dilim, varlığımı belirliyordu” diyor anlatıcı ses. Farklı dillerde düşünen, yazan, eğitim veren biri olarak dilin varlığı belirlemesi, anadilden uzak kalmak ya da ondan uzakta söz söylemek zorunda kalmak üzerine konuşsak biraz da…


Karin Karakaşlı: Dil, ifade demek, varlığımızın teyidi… Bizi biricik kılan, birey yapan öz. İstanbul’u nasıl sadece bir şehir olarak yaşamıyorsam, dili de sadece bir iletişim aracı olarak görmem. Ermenice, Türkçe, Almanca ve İngilizce kendi içlerinde mandalalar misali bambaşka hayatlar açarlar önümde. Hayatı dile göre duyar insan. Her şey her dilde aynı yaşanmıyor. Bütün bunları bana öğrettikleri için bütün dillerime minnet duyuyorum, beni kendi içimde katmerlendirdiler. Ermeniceye gelince… Bu toprakların en güzel, en eski dillerinden biri. Onun hepimiz için daha kullanılan, ulaşılır, paylaşılır bir dil olmasını dilerdim. Oysa bu haliyle sınır kapalı bir komşu ülkenin ve bir zamanlar Anadolu halkıyken şimdi İstanbul’da bir topluluk olarak ifadesini bulan Türkiye Ermenilerinin dili. Hayat Türkçe akarken, Ermeni sözcüğü de her gün nice olumsuz, önyargılı ifadeyi sırtlarken bu dille yaşamak, onu hayatın parçası kılmak özel çaba gerektiriyor. Ben bunu atalarıma bir borç görerek yerine getiriyorum. Madem bana Ermenice ve Türkçe verildi, bu iki dili de birbirinin hayrına kullanmak ve mesafeleri kısaltmak, eli ele ulaştırmak boynumun borcu.


Elif Şahin Hamidi: Başka dillerin şarkılarını duyabilmenin ve anlayabilmenin yolu nereden geçiyor?


Karin Karakaşlı: Edebiyatın, yazarın hayal gücünün yansıtması dışında, tanıklık ettiği ya da yeniden kurguladığı halleriyle gayrıresmi tarih olma işlevi de var. Özellikle de bizim gibi tarihle hesaplaşması bitmemiş coğrafyalarda, edebiyatın bu işlevi daha da önemli bir hal alıyor. Edebiyat; bütün kavimleri, dinleri, dilleri insan olma gerçeğinin sadeliği karşısında hizalandırır. Bu gerçeği hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz dönemlerden geçiyoruz. Kim bilir kaçıncı kuşak, yine o aynı düşmanlık dolu ifadelerle bezeli ders kitaplarının tornasından geçiyor. Yine birbirinin kültürünü tanımak, ancak tesadüflere kalıyor. Bırakın geçmişi, bugünümüz inkâr üzerine kurulu. Hrant Dink cinayeti sonrası yaşanan süreç bunun ibretlik tablosudur. Cinayette payı olanlara zaman aşımı, tetiği çekene örgüt üyeliğinden muafiyet lâyık gören düzen, en çok da her bir birimiyle kendisinin bu cinayette yer aldığını ifşa ediyor. Ermeni ve Kürt Sorunu halen en büyük tabularımız. Üstelik görece demokratik bir ortam yanılsaması içindeki bu durum, birbirine tezat nice gelişmenin aynı anda yaşanmasına ve bütün duyuların sersemlemesine yol açıyor.

Oysa hayatın yalana tahammülü yok ve bütün acılar, muhatabıyla paylaşılmak üzere sırasını bekliyor. Hapishaneler dolup taşarken, ses kısılırken umutlu olmak güç. Ama umut hepimize lazım, öbür türlü devam edemeyiz. Dolayısıyla umudu verilen değil, içimizde inadına üretilen bir yaşam pınarı olarak göreceğiz. Barışın silahların susmasından ibaret olmadığı, tarihi acıların pazarlıklarla, siyasi manevralarla dindirilemeyeceği tecrübeyle sabit. Aslında bütün hata kotalarımızı doldurmuş durumdayız. Çocukların ömürlerinden çalmaya hakkımız yok. Kendimize de sokaklarda ferahça oturmayı ve şarkılarımızı keyifle söylemeyi borçluyuz. O şarkılar hepimizin ve bize geçmişimizden miras. Onları paylaşmadıkça, mirasımıza hak ettiği vakarla sahip çıkamadıkça ülkeyi memleket kılamayız. Ve çok yazık ederiz. Çünkü hep birlikte inanılmaz güzeliz.




Remzi Kitap Gazetesi, Ocak 2012

VAROLUŞUN YAŞLILIK EVRESİ

Elif Şahin Hamidi (elif.sahin@gmail.com)


Tam otuz yıldır yazıyor Erendiz Atasü. Tam tamına otuz yıl boyunca yazmakla, okumakla iç içe geçmiş, edebiyatla bütünleşmiş bir yaşam… Dile kolay; evet sadece dile kolay olsa gerek… Eserleri üstüne çokça akademik çalışma yapılan çağdaş yazarımız Erendiz Atasü’nün ustalığının sırrı, edebiyatı önemsemiş bir yazar olmasında yatıyor bana kalırsa.


Bu usta yazarın; birey olmanın, kadın olmanın, aydın olmanın derin sancısını duyumsatan son romanı “Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”; edebiyata özlem duyan, arka kapakta belirtildiği üzere “edebiyatı hâlâ önemseyen” okurlar için biçilmiş kaftan. Atasü, tüm yapıtlarında olduğu gibi bu son eserinde de edebiyatın, salt yazarın hayal gücünden damıtılmış, söz oyunlarıyla parlatılmış bir kurgudan ibaret olmadığını kanıtlıyor. Daima söyleyecek sözü olan bir kadın yazar olarak karşımıza çıkan Atasü, yaşadığı döneme dikkatle tanıklık edip, bu tanıklıkları yeniden kurgulayarak gayrıresmi tarihin yazımına da önayak oluyor. Öyle ki edebiyatın gayrıresmi tarih olma işlevini göze görünür kılıyor. Ve tüm bunları yaparken ana karakterleri hep kadınlar oluyor; tıpkı Güneş Saygılı gibi…


Kişinin hikâyesi, içerisine doğduğu toplum ve zamana paralel bir şekilde yol alır; yazgısı, yaşanılan dönemin, yazılan tarihin çitleriyle çevrilidir. Nitekim Atasü’ye kulak verecek olursak, “Dağın Öteki Yüzü” adlı romanında anlatıcıya şu cümleyi kurdurur yazar: “Yazgı nedir ki, kişinin içine doğduğu tarihselliğin sınırlarından başka...” Atasü’nün son romanı “Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”nda da, bireyin gerçekliği üzerinden, 1970’lerden günümüze uzanan Türkiye gerçeğine yol alıyoruz. Bir yazar, bir aydın olan Güneş Saygılı’nın kaygılı ve huzursuz öyküsü; hep daha iyi, daha adil, daha barış dolu bir dünyanın hayaliyle yaşamış, soluk almış, her daim umuda sarılmış bir kuşağın yerle yeksan olan hayallerinin öyküsü aynı zamanda. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, bu umutlu kuşağı biçip tarumar ederken, insanın/bireyin ve insani değerlerin yok sayıldığı, “paranın kutsal addedildiği” bir devir başlamıştır artık. Ve genç Güneş bu sancılı süreçte hayat yolunu arşınlamakta, âşık olmakta, acılar çekmekte; zaman hızla tükenirken saçlarına aklar düşmekte, derken yolun sonuna gelmektedir…


Güneş’in ölüme meyleden hayat hikâyesi, Türkiye’nin toplumsal/siyasal tarihine paralel bir çizgide; darbe üstüne darbe alan ve ha bire kanayan, kanatılan ülkenin başkentinde sahneleniyor. Sembolü Hitit Güneşi olan başkent gün be gün çürüyüp, kokuşarak çöküşe yol alırken Güneş Saygılı da duygusal ve fiziksel olarak çökmekte, yaşlanmaktadır. Yazar, yine bu sayfalarda tanıttığımız “Hayatın En Mutlu An’ı” adlı kitabındaki öykülerde olduğu gibi son romanında da ademiyetin varoluş sürecinin yaşlılık evresine; bu evrenin sancılarına, çıkmazlarına, arayışlarına, sorularına ve sorunlarına dokunmadan edemiyor. “Hayatın En Mutlu An’ı”ndaki öykülerin genelinde şu tablo hâkimdir: Yiten gençlikle beraber hayaller de bir bir tükenir; idealler sahipsiz kalır; şehirler ve insanlar yozlaşır. Yozlaşma her yanı bir virüs gibi ele geçirmiştir. Bu öykülerden birinde (kahramanı yazar olan “Fikir Ayrılığı” başlıklı öyküde) şehrin, depremle yerle bir olması, canların toprağa karışması söz konusuyken “Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”nda, şehrin ve insanların dönüşümü, yozlaşması, çürümeye yüz tutması ve kokuşması; yani çöküşe giden süreç, yıkım şehrin iliğine işleyen “virüsler” tarafından icra edilir.

Virüsler, şehrin ve insanların tükenişine zemin hazırlar. İşte bu bağlamda Atasü’nün 2011 yılında yayımlanan öyküleri ile son romanı arasında izleksel bir bağ söz konusu diyebiliriz.


Edebiyat üzerine düşünen/düşündüren, şiir ve dil üzerine tartışan/tartıştıran, yeni Türk edebiyatı üzerine kafa yoran/yorduran derinlikli ve incelikli bir metin duruyor karşımızda… Eserin bu uzamını örneklemek adına Güneş’in, “şair” sevgilisiyle arasındaki diyaloğa kulak verelim. Postmodern bir roman yazmayı düşündüğünü belirten Şair’e, bunun zor bir iş olduğunu söyler Güneş: “Postmodern bir roman kolay değil, eğer güzel bir roman olacaksa. (…) İyi bir postmodern roman, yazardan metnin üstünde müthiş bir egemenlik talep eder, daha doğrusu sıkı bir denetim; yoksa ipin ucu kaçar ve her şey saçmaya dökülür.” Burada başarılı bir postmodern yazar olarak Nabokov’u ve Orhan Pamuk’u örnek gösteriyor “yazar” Güneş Saygılı. Böylece Nabokov’un kurgusal biyografi yapıtı “Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı”nın, Atasü’ye son romanının ismi için ilham kaynağı oluşturduğunun ayırdına da varmış oluyoruz. Atasü, sinsice şehri kuşatıp sonunda teslim alan çöp ve fare metaforlarıyla Latife Tekin (Berci Kristin Çöp Masalları) ve Albert Camus’ya da (Veba) bir selam gönderiyor ayrıca.


Şimdi bir hikâyeyle devam etmek istiyorum. Antigonos’un tutsağı bir Ispartalı çocuk köle olarak satılıyor, efendisi onu zorla çirkin bir işte kullanmaya kalkınca, çocuk “Görürsün, kimi satın aldığını; özgürlüğüm elimdeyken ayıptır kul olmak senin gibisine,” diyor ve atıyor kendini evin tepesinden aşağı. Montaigne’in, “Denemeler” adlı o eşsiz eserinde “Ölmek Özgürlüğü” başlığını taşıyan denemedeki bu küçük hikâyede karşımıza çıkan Ispartalı çocuk gibi Güneş Saygılı da ölmek özgülüğünü seçiyor. Zira yaşadığı apartmanın “Alevi kapıcı ailesi”nin dairesiyle beraber tüm şehri fareler sarmış, salgın baş göstermiş, şehir karanlığa gark olmuşken; ülke kapitalizme teslim edilmiş, rant peşinde koşmak tek gaye olmuş, Maraş’ta insanlara kıyılmış, bir otelde aydınlar diri diri yanarak can vermiş, insanlık ve insani değerler ölmüş/öldürülmüşken yaşamak ağrısına dayanmak imkânsızdır artık. Özgürlüğü henüz elindeyken bu düzene kul olmak istememiştir Güneş Saygılı… Ve yaşamının gerçekliğine bir son vermiştir… Güneş’i ölüme meylettiren gerçekliği anlamak adına onun gerçek yaşamına kulak verin…


“Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”, Erendiz Atasü, 291 s., Everest Yayınları, 2011


Remzi Kitap Gazetesi, Şubat 2012