Yazılarım

VAROLUŞUN YAŞLILIK EVRESİ


Elif Şahin Hamidi (elif.sahin@gmail.com)


Tam otuz yıldır yazıyor Erendiz Atasü. Tam tamına otuz yıl boyunca yazmakla, okumakla iç içe geçmiş, edebiyatla bütünleşmiş bir yaşam… Dile kolay; evet sadece dile kolay olsa gerek… Eserleri üstüne çokça akademik çalışma yapılan çağdaş yazarımız Erendiz Atasü’nün ustalığının sırrı, edebiyatı önemsemiş bir yazar olmasında yatıyor bana kalırsa.


Bu usta yazarın; birey olmanın, kadın olmanın, aydın olmanın derin sancısını duyumsatan son romanı “Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”; edebiyata özlem duyan, arka kapakta belirtildiği üzere “edebiyatı hâlâ önemseyen” okurlar için biçilmiş kaftan. Atasü, tüm yapıtlarında olduğu gibi bu son eserinde de edebiyatın, salt yazarın hayal gücünden damıtılmış, söz oyunlarıyla parlatılmış bir kurgudan ibaret olmadığını kanıtlıyor. Daima söyleyecek sözü olan bir kadın yazar olarak karşımıza çıkan Atasü, yaşadığı döneme dikkatle tanıklık edip, bu tanıklıkları yeniden kurgulayarak gayrıresmi tarihin yazımına da önayak oluyor. Öyle ki edebiyatın gayrıresmi tarih olma işlevini göze görünür kılıyor. Ve tüm bunları yaparken ana karakterleri hep kadınlar oluyor; tıpkı Güneş Saygılı gibi…


Kişinin hikâyesi, içerisine doğduğu toplum ve zamana paralel bir şekilde yol alır; yazgısı, yaşanılan dönemin, yazılan tarihin çitleriyle çevrilidir. Nitekim Atasü’ye kulak verecek olursak, “Dağın Öteki Yüzü” adlı romanında anlatıcıya şu cümleyi kurdurur yazar: “Yazgı nedir ki, kişinin içine doğduğu tarihselliğin sınırlarından başka...” Atasü’nün son romanı “Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”nda da, bireyin gerçekliği üzerinden, 1970’lerden günümüze uzanan Türkiye gerçeğine yol alıyoruz. Bir yazar, bir aydın olan Güneş Saygılı’nın kaygılı ve huzursuz öyküsü; hep daha iyi, daha adil, daha barış dolu bir dünyanın hayaliyle yaşamış, soluk almış, her daim umuda sarılmış bir kuşağın yerle yeksan olan hayallerinin öyküsü aynı zamanda. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, bu umutlu kuşağı biçip tarumar ederken, insanın/bireyin ve insani değerlerin yok sayıldığı, “paranın kutsal addedildiği” bir devir başlamıştır artık. Ve genç Güneş bu sancılı süreçte hayat yolunu arşınlamakta, âşık olmakta, acılar çekmekte; zaman hızla tükenirken saçlarına aklar düşmekte, derken yolun sonuna gelmektedir…


Güneş’in ölüme meyleden hayat hikâyesi, Türkiye’nin toplumsal/siyasal tarihine paralel bir çizgide; darbe üstüne darbe alan ve ha bire kanayan, kanatılan ülkenin başkentinde sahneleniyor. Sembolü Hitit Güneşi olan başkent gün be gün çürüyüp, kokuşarak çöküşe yol alırken Güneş Saygılı da duygusal ve fiziksel olarak çökmekte, yaşlanmaktadır. Yazar, yine bu sayfalarda tanıttığımız “Hayatın En Mutlu An’ı” adlı kitabındaki öykülerde olduğu gibi son romanında da ademiyetin varoluş sürecinin yaşlılık evresine; bu evrenin sancılarına, çıkmazlarına, arayışlarına, sorularına ve sorunlarına dokunmadan edemiyor. “Hayatın En Mutlu An’ı”ndaki öykülerin genelinde şu tablo hâkimdir: Yiten gençlikle beraber hayaller de bir bir tükenir; idealler sahipsiz kalır; şehirler ve insanlar yozlaşır. Yozlaşma her yanı bir virüs gibi ele geçirmiştir. Bu öykülerden birinde (kahramanı yazar olan “Fikir Ayrılığı” başlıklı öyküde) şehrin, depremle yerle bir olması, canların toprağa karışması söz konusuyken “Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”nda, şehrin ve insanların dönüşümü, yozlaşması, çürümeye yüz tutması ve kokuşması; yani çöküşe giden süreç, yıkım şehrin iliğine işleyen “virüsler” tarafından icra edilir.


Virüsler, şehrin ve insanların tükenişine zemin hazırlar. İşte bu bağlamda Atasü’nün 2011 yılında yayımlanan öyküleri ile son romanı arasında izleksel bir bağ söz konusu diyebiliriz.

Edebiyat üzerine düşünen/düşündüren, şiir ve dil üzerine tartışan/tartıştıran, yeni Türk edebiyatı üzerine kafa yoran/yorduran derinlikli ve incelikli bir metin duruyor karşımızda… Eserin bu uzamını örneklemek adına Güneş’in, “şair” sevgilisiyle arasındaki diyaloğa kulak verelim. Postmodern bir roman yazmayı düşündüğünü belirten Şair’e, bunun zor bir iş olduğunu söyler Güneş: “Postmodern bir roman kolay değil, eğer güzel bir roman olacaksa. (…) İyi bir postmodern roman, yazardan metnin üstünde müthiş bir egemenlik talep eder, daha doğrusu sıkı bir denetim; yoksa ipin ucu kaçar ve her şey saçmaya dökülür.” Burada başarılı bir postmodern yazar olarak Nabokov’u ve Orhan Pamuk’u örnek gösteriyor “yazar” Güneş Saygılı. Böylece Nabokov’un kurgusal biyografi yapıtı “Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı”nın, Atasü’ye son romanının ismi için ilham kaynağı oluşturduğunun ayırdına da varmış oluyoruz. Atasü, sinsice şehri kuşatıp sonunda teslim alan çöp ve fare metaforlarıyla Latife Tekin (Berci Kristin Çöp Masalları) ve Albert Camus’ya da (Veba) bir selam gönderiyor ayrıca.

Şimdi bir hikâyeyle devam etmek istiyorum. Antigonos’un tutsağı bir Ispartalı çocuk köle olarak satılıyor, efendisi onu zorla çirkin bir işte kullanmaya kalkınca, çocuk “Görürsün, kimi satın aldığını; özgürlüğüm elimdeyken ayıptır kul olmak senin gibisine,” diyor ve atıyor kendini evin tepesinden aşağı. Montaigne’in, “Denemeler” adlı o eşsiz eserinde “Ölmek Özgürlüğü” başlığını taşıyan denemedeki bu küçük hikâyede karşımıza çıkan Ispartalı çocuk gibi Güneş Saygılı da ölmek özgülüğünü seçiyor. Zira yaşadığı apartmanın “Alevi kapıcı ailesi”nin dairesiyle beraber tüm şehri fareler sarmış, salgın baş göstermiş, şehir karanlığa gark olmuşken; ülke kapitalizme teslim edilmiş, rant peşinde koşmak tek gaye olmuş, Maraş’ta insanlara kıyılmış, bir otelde aydınlar diri diri yanarak can vermiş, insanlık ve insani değerler ölmüş/öldürülmüşken yaşamak ağrısına dayanmak imkânsızdır artık. Özgürlüğü henüz elindeyken bu düzene kul olmak istememiştir Güneş Saygılı… Ve yaşamının gerçekliğine bir son vermiştir… Güneş’i ölüme meylettiren gerçekliği anlamak adına onun gerçek yaşamına kulak verin…

“Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı”, Erendiz Atasü, 291 s., Everest Yayınları, 2011


Remzi Kitap Gazetesi, Şubat 2012